Çocukla Sehayat Etmek için Önce Korkmak Gerek

Birazdan size çocuklarımla çıktığım seyahatlerin ne kadar güzel ve özel olduğunu, onlarla beraberken oynadığım oyunları, pratiklik kazandıracak önerileri, kızlarımın nasıl uyumlu ve sakin nasıl olduklarını, anneliğin eğer isterseniz ne kadar da kolay olabileceğini anlatmayacağım. Bunları şimdilik bir kenara bırakalım. Doğurduğu yavru ile ömür boyu sürecek bir yolculuğa çıkan, daha dün kendisi yavru olan kadını konuşalım. Üstelik bu yolculukta bilmediği yepyeni dünyalara avucunu sarmalayan o küçücük el ile keşfe çıkan anneyi.
Korkmakta ne kadar haklı olduğunu.
Bilinmeyenden korkmanın sevmek kadar gerçek olduğunu.
O korkunun ancak onunla yüzleşince kaybolduğunu.
İstiyorum ki önce en derindekinin sonra aklın ne istediğini konuşalım.
İnanın sonrası öncesinden hep daha kolay olacak..
Çocukluğumdan beri seyahat eden, keşfetmekten hoşlanan, 18 yaşına girdiği gün koluna herkesten gizli dikenli tellerin kuşlar dönüşüp uçtuğu bir dövme yaptıran, hep özgür ruhlu, hep biraz arayan bir kız olmuştum. Meğer içimde köklerini salmaya hazır, gökyüzü kadar toprağı seven, almak kadar vermekten beslenen bir kadın daha varmış. Anne oldum. Hem de çok isteyerek. Hiç planlamadan. Bazen çok güçlü hissedersiniz sonrakini, o kadar güçlüdür ki korku ya da şüphe olmaz içinizde. Meşgul de etmez, düşündürmez de sizi. Sadece olur. Usulca. Bir anda. Ben öyle anne oldum.
Kalbimde yepyeni bir kapı açıldı. İçinden herşeyi kontrol etmek isteyen, zihninin beyaz tahtasına tablolar çizen, saçları topuz, güçlü, fedakar ve çok cesur bir kadın çıktı. Çıplak ayaklı özgür kıza Mina’yı kucağıma aldığım güneşli bir Pazar sabahı öyle veda ettim.
İnsan avuç içi kadar, gözlerini bile açamayan süt kokan bir canlıdan korkar mı? Korkmaz. İnsan yeniden kendi gibi olamayacağından korkar. Bu kadar çok sevmekten, muhtaçlıktan, değişmekten, artık gidememekten korkar.
Bu yüzden annelikten sonrası hep bir muammadır. Kişinin ruh durumuna, yaşadığı çocukluğa, sevgiye olan açlığına göre renk alır. Önce dalgalanır, sonra karışır, karıştıkça bulanır. Sonra bir gün gelir durgun deniz misali durulur. İnsan korkmazsa cesur olabilir mi? Ya da İstenmeyenden vazgeçerse fedakar? O yüzden öylece bırakmalı akışına. Karşı koymadan, ipek şalla rüzgarı kapatmaya çalışmadan.
Hamilelik ve lohusalık bence bu yüzden kadının kalabalıklar içinde kendine yabancılaştığı, en yalnız kaldığı dönemdir. Çünkü bırakamaz. Yepyeni kutsal annelik rolüne hazırlanırken:
'Ben korkuyorum, anne olmaktan, özgür olamamaktan, başkasına muhtaç, bebeğimin bana muhtaç olmasından' diyebilmek çok zordur. Bunu anne olmadan önce söylemek ise çok daha kolay. O çocuk rahme düştü mü artık anasın. Bırakamazsın..
Uzun zamandır gözlemliyorum. Kaygılarını dile getirebilen , hislerini paylaşabilen, yanlarında onlara destek olabilecek yakınları olan kadınlar da var. Acaba yanındayım demek kalbin içindeki korkuyu dindirebilir mi? Onun duymak istediği belki de sadece şudur: ‘Korkuyorsun ve korkmakta haklısın.’ İki güçlü kök motivasyon vardır. Sevgi ve korku. İlk onlarla tanışırız. Bu nedenle bebeklikte ve erken çocukluk döneminde aslında tüm hisleri onlarla tanımlarız. Duygular sevgi ve korkunun üzerinde zaman içinde oluşur. Bizimle bu kadar uzun zamandır beraber olan bir duyguyu görmezden gelirsek biz kim oluruz?
Daha dün gibi hatırlıyorum. Mina ile beraber ilk kez hastane sonrası dışarı çıkacaktık. Annem de yanımdaydı. Evin yakınındaki bir cafeye götürebilmek için yarım gün hazırlanmıştım. Bebeğim daha bir haftalıktı. Anneliğim de.. Bilmediğimden korkuyordum. Ama işin enteresanı o zamanlar bu yaşadığım hissi korku olarak da adlandırmıyordum. İçimdeki yeni kadınla da daha tam kaynaşamamıştık. Yetersizlik, kaygı ve belirsizlik arası bir duygu. Sonra annem ilk kez kullanacağım bebek çantasını 4 defa tekrar tekrar kontrol edip hazırladığımı farketmiş olacak ki bana şöyle dedi:
'Korkacak birşey yok kızım, bırak eksik kalsın. Amannn.. ne olabilir ki? Uyanırsa, ağlarsa kalkar eve geliriz. Biz de böyleydik. Ne kadar erken çıkarsan o kadar çabuk alışırsın.'
İlk duyduğumda korkmak kelimesini pek kendime yedirememiştim ama bilmediğim bir sebepten de iyi gelmişti. İçimdeki kadına kendimi güçlü göstermeye çalışırken anneme karşı güçlü olmam gerekmemişti. Nasıl da anlamıştı hemen.. Muhtemelen onun içinde o günlerde bendeki topuzlu anneden çok daha özgür bir kadın vardı..
Aldım kızımı çıktım. Kendime bir cheesecake ve kafeinsiz filtre kahve söyledim. Temmuz’un ortaları, hava pırıl pırıl. Yüzümü güneşe doğru kaldırdım. Gözlerimi kapatıp kollarımı iki yandan arkaya doğru öylece bıraktım. Bir şarkı geldi aklıma mırıldandım.
‘Küçüğüm daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün korkularım
Gururum bu yüzden
Bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım..’
Anladım ki özgür kız gitmemişti. Sadece bir başka kadına yol vermişti.
Şimdi o halimi hatırlayınca yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Öz şevkat herhalde.. O yeni acemi anneye gülümsüyorum. Sonra bir gün geldi, kızımla dünyanın bir ucuna yalnız seyahat ettim. Aslında ihtiyacım olan herşeyin ‘içimdeki annelik’ olduğunu farkettim. Bir anda olmadı hiçbir şey. Zaman denilen yolculukla çok iyi arkadaş oldum. Uçakta ağlamaya başlayan bebeğimi off çeken seslerin arasında ter içinde kalarak sakinleştirmeyi, araba koltuğunun arkasında alt değiştirmeyi, parkta emzirmeyi, puseti 2 oda bir salon eve dönüştürebilmeyi, eksik yapabilmeyi, dünyayı daha az, kendimi daha çok dinlemeyi öğrendim. Bildiğinden korkmazmış ya insan, her yeni tecrübede başka bir korkuyu özgür bıraktım içimden.
Sevgiye daha da yer açtım..
İkinci kez anne olduğumda benzer bir yoldan bambaşka bir kadın olarak geçtim.
İçimdeki Ceren’ler çoğaldı.
Hiçbirini susturmaya çalışmadım.
Aşka da, dünyaya da, kızlarıma da yetebilen bir sürü kadınmışım aslında ben..