Norveç: Kuzey Yoluna Büyülü Bir Yolculuk
Havaalanındayız. İçi abur-cubur, kahve ve termal kıyafetlerle dolu valizlerimizi teslim ederken bir yandan anneme çocukların ertesi günki kurs saatlerini yazıyorum. Bir gözüm de valizleri tartan görevli de. Tam sınırda geliyor, 20 kilo. Şubat soğunda 10 günlük bir Norveç gezisi için hiç de fena bir kilo değil. Hele ki bavullarımızın içinde fotoğraf ekipmanları ve artık yanımızdan ayıramadığımız dronumuzun da dahil olduğunu düşünürsek gayet makul. Hani bazı yolculuklar vardır, yanınızda boş valiz götürürsünüz ki oradan aldıklarınızı koyabilin diye. Hatta gittiğiniz ülkeden bir el valizi daha alırsınız sığmayanlar için. Norveç o ülkelerden biri değil. En iyi ihtimalle alıp getirebilecekleriniz; somon, balina eti, belki biraz havyar, isli peynir, yabanmersini reçeli.. Bize birçok konuda ilkleri yaşatan kuzey ülkesi bu konuda da ayrıcalığını korudu. O sabah, valizimin dönüş yolunda tüketilmiş abur cuburların etkisiyle 17 kiloya ineceğini ve içini dolduracak yeni bir şeyler bulamadığımdan ötürü ilk defa bir ülkeden hafifleyerek geleceğimi henüz bilmiyordum. Aynı, ruhumu hayranlık ve şükürle doldurup taşıran o manzaraların beni değiştireceğini henüz bilediğim gibi..
Oslo
İlk durağımız Norveç’in en büyük şehri ve aynı zamanda başkenti olan Oslo oldu. Havaalanından trene binip Oslo S olarak da geçen tren istasyonunun hemen yanındaki otelimiz Thon Opera’ya geçtik. Çok oyalanmadan kendimizi Oslo sokaklarına atıp şehrin en işlek caddesi olan Karl Johans Gate’in kalabalığına karıştık. Bir şehre ilk kez gittiğimde hep aynı duygu kaplıyor içimi. Tanıdık bir şeyler arıyor gözüm. Sessizleşiyorum. Gezilecek listesi yapmış olsam bile asla hemen turist gezmesine başlayamıyorum. Yürüyüş yapmak ve ardından şehrin insanlarını izleyebileceğim bir yere oturup o ilk kahveyi yudumlamak.. Ağır ağır, hiç telaş etmeden. Neyse ki ruhu anda kalmaya programlı bir hayat arkadaşım var. Benim için kendimi yavaşlatmanın bir yolu iken Mustafa için bu doğal bir döngü. Etraftaki sesler, kokular, caddeler, konuşulan dil, insanların renkleri, tabelalar..
Bir sabah uyanıyorsun ve bambaşka bir ülkenin dekorunda buluyorsun kendini. O yüzden seyahat ederken sahneye atlamadan önce bir süre tiyatroyu izlemeyi seviyorum. Rolleri tanıyorum ve kendime hikayede bir yer açıyorum..
Mağazalar, restaurantlar, oteller. Canlı ve her daim hareketli. Sanki biraz bizim İstiklal Meydanı’nın eski halini andırıyor. Dedim ya çok seviyorum gittiğim yerlerde bir tanıdıklık aramayı. 1700’lü yıllardan kalma eski ahşap evlerin olduğu Damstredet mahallesine doğru yürümeye devam ediyoruz. Şubat’ın ortasında bu kadar nasıl yürüyorsunuz diye düşünebilirsiniz? Hava 6-7 derece, yani normalin çok üzerinde. Bizden bir hafta öncesine kadar 1 ay hiç durmadan yağan karlar, havanın eksi yirmilerden aniden sıfır derecenin üzerine çıkmasıyla erimeye başlamış. Termal içliklerimizle kendimizi dondurucu soğuklara hazırladığımızdan bize çok ılık geliyor hava. Bu sürpriz sıcaklık yürüyerek gezmemize olanak tanırken, eriyen karların çamura dönüşmesiyle ortaya çıkan çirkin görüntü Oslo’yu ne yazık ki zihnime gri bir şehir olarak kazıyor.
Damstredet 30 dakikada gezilecek bir iki renkli sokaktan ibaret bir mahalle. Tabi biz henüz Lofeten’in veya Bergen’in o güzel kırmızı-sarı balıkçı evleriyle tanışmadığımız için gördüğümüz ilk evin 10 kare pozunu çekerek ilk Norveç heyecanımızı da yaşamış olduk.
Sonra listedeki yerlerle devam ettik:
Munch Müzesi, National Gallery ve akşam akşam yemeğimizi yiyeceğimiz marina Aker Brygge.
Bu sırada şiddetli bir yağmur başladı. O kadar ince taneli ve güçlüydü yağıyor ki, sanki sprey sıkıyordu biri gökyüzünden. Çok yürüyemeyeceğimiz için kendimizi hemen bir restauranta attık. İlk Norveç somonumuzu yediğimiz Louise’de Norveçlilerle ilgili ilk gerçek izlenimimizi de edinmiş olduk. Hiç üşenmeden bize Oslo’yu dakikalarca anlatan güzel İngilizceli, güler yüzlü garson kız sonrasında karşımıza çıkan diğer Norveçlilerin bir yansıması gibiydi. Tasarımıyla ün kazanmış Opera Binasının önünden geçerek otelimize döndük. Yorgun ama keyifli bir ruh haliyle erkenden uykuya daldık.
Oslo-Bergen Treni
Sabah Oslo sokaklarında biraz yürüyüş yapıp Bergen trenine binmek üzere yeniden istasyon kalabalığa karıştık. Müziğe ilgisi olanlar çok iyi bilir. Birçok parçanın yükseldiği, alçaldığı veya zirve (peak) yaptığı kısımları vardır. Başa alıp tekrar ve tekrar dinlemek istersin. Bence seyahatlerin de böyle nakaratları var. O gezide aklında en çok kalan günleri, saatleri yıllar geçse bile mırıldanıyorsun. Flambastana-Bergen yolculuğu da bizim için Norveç serüveninin nakaratıydı. Doğu ekspresinin nostaljisi henüz kalbimin bir köşesinde taze taze dinlenirken yine bir tren yolculuğuna aşık oldum ben. Myrdal’a kadar modern ve yeni bir vagonun penceresinden izledim kuzey ülkesinin tenha beyazlığını. Karla kaplı ormanlar, küçücük kasabalar, göller.. Tablo gibi manzarayı içine alan dağlar.
Müzik, sıcak çorba az da muhabbet.. Tren harekete ettikçe belirip, bir anda kaybolan tüm o güzellikler.
Akorlarını düzelttim ruhumun..
Başımı cama yaslamış yeni şarkımın tadın çıkarırken yan koltuktaki Amerikalı kadının ‘görünür olma çabası’ vagondaki tüm sessizliği bir anda bozdu. İki arkadaş binmişler trene. Ellerinde bir iPhone, hiç durmadan gezdikleri yerleri anlatıp fotoğraf göstererek geçirdiler saatlerini. Masalı koltuklarda olduğumuz için de kaçma şansım olmadı çünkü tam karşı çaprazımda oturuyorlardı. Kulaklığım olmasa oracıkta kadına ağlayarak yalvarabilirdim sussun diye. Tüm albümü anlatmaya başladı. Nerede yemişler, nerede gitmişler, ne kadar muhteşemmiş, olağanüstüymüş.. Bu sırada kafasını kaldırıp bakmadığı pencereden bir masal akıp gidiyor. 'Nasıl ya?' diye soruyorum kendime.. 'Nasıl dışarıya bakmıyor?'
O Portekiz’i anlatmaya başlıyor, tren bir ormanın arasından geçip donmuş bir gölün yanından akıp gidiyor. O İtalya’yı anlatmaya başlıyor, tren yerden yüzlerce yükseklikteki fiyortların arasından tünellere dalıyor.. Allah taş eder diyorum içimden.
İnmeye yakın yerinden kalktı ve bir başka yolculukta bir başka arkadaşına göstereceği Norveç fotoğraflarını çektikten sonra gülümseyerek “muhteşem” dedi. “Gerçekten muhteşem”.. O kadın bence ne İtalya’ya ne Portekiz’e ne de Norveç’e aslında hiç gitmedi..
Çevresinde toplam on ev bulunan Myrdal istasyonunda Flambastana trenimize binmek için indiğimizde etrafta bizden başka sadece 4-5 kişi daha vardı. Aslında dünyanın en bilinen ve turistik tren yolculuklarından biri. O yüzden yaz dönemlerinde yer bulmak bile çok zor. İnternette yer numarası da olmadığı için cam kenarını kapmak için erken gidin yorumlarını bile okumuştum. Biz ise, Şubat ayında Norveç’e gelmeye cesaret eden az sayıda gezginden biri olarak tüm vagonda iki kişi olma ayrıcalığına eriştik. Görevlinin gülümseyen yüzündeki o tatlı romantik ima ile de iyice havaya girdik.
Senin için tren kapattım dedim Mustafa’ya. Bastım parayı meleklere tüm biletleri aldım! :))
Bir güneşi daha trende böyle batırdık..
Flam
Flam’da iner inmez karnımızı doyurmak için restaurant bakınmaya başladık. Genellikle cruise gemilerinin yanaştığı bir koy olarak bilinen Flam o kadar küçük bir yer ki, topu topu 3-5 tane mekan var, kış olduğu için onlardan sadece bir tanesi açıktı. Aegir BrewPub, Viking ruhuyla tasarlanmış, filim setini andıran ahşap bir klübe. Barda duran çocuk bizi karşıladı ve rezervasyonumuz olup olmadığını sordu. Flam’ın o geceki ıssızlığına şahitlik etmiş olsanız bu sorunun beni neden güldürdüğünü de anlardınız. Yok dedik, ama bizim bir saat içinde Sogndal’a giden otobüse yetişmemiz gerekiyor. Hemen bişeyler atıştırıp çıkmak istiyoruz. “Sizi şöminenin yanında bekleteyim, müsait masa olunca alacağım” dedi. Bu arada restaurant üst katta olduğu için biz kaç kişi oturuyor göremiyoruz. Vaktimiz olmadığı ve biz kase çorbaya muhtaç derece aç olduğumuz için o şömine bize dar geldi. Tam Mustafa’nın yukarı çıkıp, Türk işi masa bulma girişimi başarıyla sonuçlanmıştı ki, çocuk arkamızdan gelip işi bozdu. Bu arada masaların yarısı boş. Tesis kuralı gereği müşterileri sırasıyla oturtuyorlarmış. Her yerinden sorumluluk fışkıran joker eleman bizi yeniden şömine başına indirip bir de üzerine azarlayınca ben Mustafa’ya gidelim dedim. Açlık mı? Gurur mu? "Seçimi sen yap" dedi. Yaptım..
Somon öyle lezzetli, balık çorbası öyle keyifliydi ki.. Açlıktan mı bana öyle geldi bilmiyorum ama dönene kadar yediğim en iyi balığı bu küçücük kasabadaki Viking görünümlü tuhaf barda yedim..
Fiyort Turu
Sogndal’la ilişkimiz oldukça kısa sürdü. Quality Hotel’den gün ağarmadan önce çıkıp karla kaplı yollarda 10 dakika yürüdükten sonra bizi Bergen’e götürecek olan feribota bindik. Muhtemelen turist olarak binen tek çift bizdik. Diğer herkes belli ki ulaşım amaçlı orada olan Norveçlilerdi. Dünya’nın ikinci en büyük fiyordu olan Sognefjorden’den ilerlerken karanlık önce alacakaranlığa döndü. 'Dışarıya çıkalım' dedim Mustafa’ya, 'Norveç’ kadar gelmişiz biraz donalım'..
Prusya, lacivert, parlament, kobalt.. Gün doğumuna yaklaştıkça değişti tonlar. O ilk kızıllık gelene kadar heryer alabildiğine mavi. Öyle bir mavilik ki deniz dağlara, dağlar gökyüzüne karıştı.
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Ahmet Hamdi Tanpınar tam da böyle bir anda mı yazdı acaba bu şiiri? Ya da böyle bir anda mı bahşedildi ona bu huzur?
Fiyortların arkasından doğan güneş az da olsa ayazını kırdı sabahın. Evler, kasabalar, yolcular, bir de soğukla şımarıkça dalga geçen martılar.. Beraber dört buçuk saat gittik.
Bergen
Bergen limanında önce o meşhur kırmızı ahşap evler karşıladı bizi. Birkaç dakika uzaklıktaki otelimiz Scandic Neptun’e bir merhaba diyip yine hemen kendimizi sokaklara attık. Sadece yürüyerek birçok yerini gezebileceğiniz çok şirin bir liman kenti Bergen. Balık pazarları, şirin kafeleri, iyi korunmuş mimarisi ile kesinlikle görülmesi gereken şehirlerden biri. Enteresan bir havası da var Bergen’in. Aynı gün içinde güneşi, karı, yağmuru ve tipiyi yaşatacak derece değişken. İlk defa her 10 dakikada bir havası bu denli değişen bir yer görüyorum. Gezilecek yerleri birbirine çok yakın olduğundan 2 günde neredeyse hepsini rahatça görebilirsiniz.
Şehir merkezindeki finükülerle Mount Floyen’e çıkıp muhteşem manzaranın tadını çıkarın. 7 tepeli şehri izlemenin en keyifli yollarından biri kesinlikle bu tepeye çıkmaktan geçiyor. Burada aynı zamanda bir restaurant var.
Limanın kıyısında kalan meşhur ahşap evlerin olduğu yer Bryggen. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde koruma atında yer alan bölgede kafe, restoran ve sanat atölyeleri var.
Balık pazarına uğrayıp taze deniz ürünlerini tadabilir veya balina, geyik eti gibi yöresel lezzetleri satın alabilirsiniz.
Old Town olarak geçen sokaklarda yürüyüş yaparak 18, 19 ve 20. yüzyıllara ait Bergen evlerini gezebilirsiniz.
Skostredet’de sanat sokağa taşınmış. Duvar resimlerinin içine yerleştirilmiş hoparlörlerle ses sanatı galerisi oluşturulmuş. Kesinlikle görülmeye değer.
Ulriken dağına çıkarak muhteşem fiyort manzarası izleyebilirsiniz. Pazartesi kapalı olduğu için burayı es geçmek durumunda kaldık.
Colonialen Kafé & Brasserie ve Kaffemisjonen en iyi kahveyi içebileceğiniz mekanlar.
Brasilia in Bergen, Brezilya usulü et yiyebileceğiniz güzel bir restaurant. Kişi başı 460 NOK ödeyerek açık büfe salata ve sınırsız et yiyebilirsiniz. Klasik Bergen mutfağı arıyorsanız 1887 en iyi adreslerden biriymiş. Biz gitmedik ama Norveçli bir arkadaşım bu restaurantı tavsiye ettiği için paylaşıyorum.
Vaktiniz varsa Bergen Edvard Grieg Müzesi, Fantoft Kütük Kilisesi, Eski Bergen Müzesi
Bergen Akvaryumunu da da listenize ekleyebilirsiniz.
Manshausen Adası ve Deniz Kabinimiz
Bu keyifli liman kentine veda edip sabah erkenden Bodo’ya gitmek üzere havaalanına doğru yola çıktık. Seyahatimizin bundan sonraki kısmı kuzey Norveç’i keşfetmek olacağından ayrı bir heyecan duyuyorduk. Daha bakir, daha soğuk, daha gizemli olan kuzey bilinmezliği ile uzun zamandır büyük bir merak uyandırıyordu. Bodo’dan araba kiralayıp ilk durağımız olan Nordstok’a doğru yola çıktık. Büyüleyici manzaralar eşliğinde ilerlerken her yarım saatte bir durup hayran hayran izledik fiyortları. Hava açık ve pırıl pırıldı. Normalde 3,5 saat sürmesi gereken yolculuk verdiğimiz molalardan ötürü 4,5 saat sürdü. Nordstok’a parkedip Manshausen’deki otelimizin bizi alması için gelecek olan botu beklemeye başladık. Önceden haberleştiğimiz Jesper 10 dakika içinde bizi hemen karşı kıyıdaki adaya götürdü. Burada sadece 2 ev ve deniz kabinlerinden oluşan butik bir otel bulunuyor. Daha önce bahsettiğim o nakarat bu adada hayatım boyunca unutamayacağım bir senfoniye dönüştü. Bu yazıyı yazarken bile ruhum şarkı söylemeye devam ediyor.
Şubat ayı ve hafta içi olduğu için otelde ve hatta adada bizden başka kimsecikler yoktu. Akşam üzeri Nordstok’dan botla adaya doğru ilerlerken günlerdir yağan karın ardından çıkan güneş geceye devrediyordu gökyüzünü. Yıldızlara ve aya emanetti tüm ışık. Adada yalnız olduğumuz için bizden ve iki çalışanından başka hiç kimse yoktu. Tamamen denizin üzerinde kalan, içinde iki oda, bir mutfak, banyo ve tuvalet bulunan tasarım kabinimize görür görmez aşık olduk. Biraz dinlenip bize özel hazırlanmış akşam yemeğimizi yemek için 2 dakika mesafedeki ana binaya yürüdük. Karda yürürken çıkardığımız sese karışan tek ses martılar ve bizdik.
Kuzey Işıkları
Daha sonra deniz kabinimize girip kendimize bir kahve hazırladık. Halı kaplı zeminin üzerinde uzanıp ışıkları tamamen kapadık. Gece ve doğaya meydan okuyan fiyortlar karanlığı fırsat bilip birkaç metrekarelik odanın içine doldu sanki. O an sessizliği bozmaya hakkı olan tek şey müzikti.
Bir süre öylece oturduk. Sonra bir gökkuşağı belirdi karşımızdaki adanın üzerinde. Gökkuşağı ne alaka diyeceksiniz?
O kadar aklımızda yoktu ve o kadar beklemiyorduk ki kuzey ışıklarını biz o birkaç saniye ne olduğunu anlayamadık. Lofoten’e bıraktığımız bir hayaldi. Hatta Reine’da tüm gece kuzey ışıkları kovalayacaktık.
Mustafa bak hareket etmeye başladı, bunlar ışık dedi.
İki elimi şakaklarıma dayayıp yüzümü cama yapıştırdım. Yavaş yavaş belirginleşmeye başlarken ben yine her zamanki gibi kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
Bir yanımız o anda kalmak bir yanımız o anı fotoğraflamak istiyordu. Daha doğru dürüst gece fotoğrafı bile çekmemiş olmamıza rağmen tripotu kurup önüne geçtik. Gökyüzüne bakıp hiç hareket etmeden durmaya çalışıyorduk. Soğuktan değil ama ben heyecandan titriyordum. Mustafa öylece sarıldı bana.❤️
Ve o an.. Norveç’te bir adada hayatımda ilk defa kuzey ışıklarını izlerken dans eden renklerin arasından yıldız kaydı. En az titrediğim kare bu oldu, ve hayatım boyunca unutamayacağım kare de.
Yaradan mucizesine tanıklık etmemize izin verdi. Sonradan fotoğrafa baktığımızda kayan bir çizgi gördük gökyüzünde. Belki yıldızımızdı belki o an oradan geçen bir uçak. Ne farkederdi ki? İmzasını atmıştı mucizesine..
Bir süre sonra üşüyüp odamıza geri girdik. Şükürle dolup taşmış kalbim hala pır pır atıyordu. Işıklar epey azalmıştı. Yatakta uzanıp gökyüzünü izleyerek uykuya dalmayı planlıyordum. Sonra bir anda ışıkla doldu gökyüzü. Bu defa sanki tüm gök kubbeyi kapladı. “Dışarı çıkıp bunun fotoğrafını çekmeliyiz” dedim Mustafa’ya.
“Ama o zaman ışıkları izleyemeyiz” dedi. “Ne zaman biteceğini ya da başlayacağını bilemiyoruz ki”. Bir an durup birbirimizin gözlerinin içine baktık. Hiç konuşmadan anlaştık. Anı yaşamanın dayanılmaz hafifliği.. Öylece dans etti ışıklar. Telefonu bile almadım elime. Besteyi kaydedip, notaları kendime sakladım..
Lofoten
Bu muhteşem adada 2 gün kalıp bu defa daha da kuzeye, Lofoten adalarına gitmek üzere yola çıktık. Aynı rotayı bu defa kar ve tipiden dolayı 5 saatte gittik. Bodo havaalanından 40 kişilik minik uçağımıza binip Leknes’e türbülansı ve adrenalin bol 25 dakika süren bir uçuşla vardık. Lofoten’de hava yağmurlu ve çok rüzgarlıydı. Hatta rüzgar yüzünden arabadan bile inmekte zorlanıyorduk. Farkettiyseniz kar ve tipi vardı demiyorum çünkü hava 3-4 derece olduğu için bizi yine yağmurda ıslanmak Şubat ayında Norveç’de şemsiye aramak durumunda kaldık.:)) Market’e uğrayıp akşam yemeği için alışveriş yapıp Reine’da (Rayn diye okunuyor) kiraladığımız şirin evimiz May’s Apartment'a geçtik. İki katlı ve oldukça modern dekore edilmiş evde 2 yatak odası bir mutfak ve banyo bulunuyor. Tek odalı ev seçeceği de mevcut.
Kendimize balık burger hazırlayıp televizyondan bir dizi seçip izlemeye başladık buralarda gece kuzey ışıkları islemek dışında yapacak başka bir şey yok. Reine ve çevresindeki adalar o kadar ıssız ve sakin ki, öyle bar ya da gece gidilebilecek mekanlar hayal etmeyin. Buralara fotoğrafçılar, gezginler ve dinginlik arayan birkaç turistten başka kimseler gelmiyor. Çünkü ulaşımı da, konaklaması da zahmetli. Lofoten adalarının kuzeyinde kalan Svolvear Reine’a kıyasla biraz daha hareketli bir kasaba. Günlük tur acentaları da o bölgede daha fazla olduğundan Lofoten’e gelen turistler tarafından daha çok tercih ediliyor ama biz yine Lofoten’e gelsek yine tüm adaların içinde en güzeli olan Reine’da kalırız.
Gece ev sahibimiz May mesaj attı. Dönüş günümüzde çok güçlü bir fırtına beklendiğini, turuncu alarm verildiğini söylemek istemiş. Bunun anlamı; ulaşım durabilir, köprüler kapanabilir, evlerde hasar meydana gelebilir. 'İsterseniz yarın hava iyiyken Bodo’ya gitmeye çalışın çünkü bir sonraki gün uçamayabilirsiniz' dedi. Biz ne yaptık? Tabiki yarın havanın iyi olacağına sevinip, sonraki gün de Allah Kerim diyerek uykuya daldık.
Muhteşem bir manzaraya karşı uyanıp sabah kahvemizi yudumlarken Asyalı komşularımız Reine’ı bir bir terk ediyordu. Ben ise o sırada içimden güneş duası ediyordum. 'Allah’ım buraları bir de güneşli görebilsem!'
Kahvaltı yapıp arabaya atlayıp adaları keşfe çıktık. Önce kırmızı balıkçı evleriyle Reine sokakları. Gri bulutların gölgesinde uçan martılar sanki fotoğraf karelerimize girmek için yarışıyordu. Bir İstanbul’da bir Norveç’te bu kadar çok martıyı bir arada gördüm. Sonra 10 dakikalık uzaklıktaki sarı kasaba Sakrisoy’a gittik. Sadece öğlenleri açık olan Anita’s Restaurant’ın meşhur balık burgerini yiyip Hamnoya’ya devam ettik. Sonra Moskenesoya ve son olarak futbol sahasıyla ünlü Henningsvaer kasabası. Güneşi Gimsoysand’de batırıp buradaki kliseyi fotoğrafladıktan sonra evimize geri döndük. Kumsallar, buzullar, fiyortlar, kurutulmuş balıklar, ahşap evler.. İki gün boyunca gezdiğimiz Lofoten'de hafızalarımıza kazınanlar oldular.
Turuncu Alarm
Son gecemizde bir sarsıntıyla uyandık. Deprem gibi şiddetli ama çok daha uğultulu. Fırtınanın o kadar şiddetliydi ki ev de yatağımız da durmadan sallanıyordu. Sabaha kadar pencereden dışarıyı kontrol edip geri uykuya dalmaya çalıştık. Uyandığımızda karşı kıyıdaki ev yıkılmıştı. Arabaya binip evden ayrıldığımızda yollar henüz açıktı. Havaalanına vardığımızda beklediğimiz oldu ve tüm uçuşlar iptal edildi. Biz sabahki fırtınayı görünce uçakların kalkmayacağını anlamıştık fakat havacılık kuralları gereği haklarımızı almak için alana gitmemiz gerekiyordu. Bize Leknes’de konaklama, Evenes-Bodo uçuşu, bir de sabah Evenes’e götürmesi için otobüs ayarladılar. İade ettiğimiz arabayı geri istetip otel odasına tıkılmamak için rüzgara rağmen gezmeye devam etmek istedik.
Tabi o sırada akşam üzeri tüm yolların ve köprülerin kapatılacağını bilmiyorduk. Arabada Netflix’den dizi açıp 1 saat bekledikten sonra baktık ki açılacak gibi değil tekrardan Reine’a döndük. Bu fotoğrafı da o gece çektik. Hava bir anda açtı ve hatta yıldızları bile yanına çağırdı.
Sabah o çok istediğim güneşe Evenes’e doğru giderken bir otobüs penceresinden merhaba dedim. Kısmet bu gün doğumu izlemekmiş. 4 saat süren yolculuk boyunca gördüğüm manzaraları tarif etmem çok zor. O kadar güzeldi ki, kendimi fırtınaya şükrederken buldum. Hani derler ya “her şerde vardır bir hayır”. Gerçekten çok doğru. Bir gün keşke olmasaymış dediğiniz bir olay yaşadığınızda aklınıza otobüs camından çektiğim bu fotoğraf gelsin.
İnanın “fırtınanın öncesi sessizlikse, sonrası güneştir”.
Norveç’teki ilk durağımız Oslo’ya geri döndük. İptal edilen uçuşumuzdan dolayı 1 gün daha uzatmak durumunda kalınca 40 ada üzerine kurulmuş bu liman kentini gezmek için epey bir vaktimiz oldu. Comfort Hotel Karl Johan’da kaldık.
En hip semti Grünerlokka’da kahvaltı yaptık, Vigeland’ın yüzlerce heykelinin bulunduğu Frogner Park’a gittik, Oslo Opera binasını, Norveç Kültür Müzesini, Astrup Fearnley Müzesini gezdik. Meksika mutafı için Coya, hamburger için Dognvill Burger’e gittik. Buraları ayrı bir yazıda detaylıca anlatacağım.
Ve dönüş zamanı geldi. Kızlarıma ve evime kavuşmak için sabırsızlanırken bir yandan da Norveç’e bu defa onları da yanımıza alarak tekraradan gelmenin planlarını yapıyorduk. İçimden bir ses bambaşka bir Norveç hikayesinin daha bizi beklediğini söylüyor…
Tüm hayalperestlerin dediği gib; Sadece bir zaman meselesi!
"Norveç Seyahati En Ucuz Nasıl Planlanır?" yazımı okumak için buraya tıklayın.
"Norveç Gezi Rehberini" okumak için buraya tıklayın.